Neslim Güvendeğer Doksat | 24 Aralık 2013 Salı | 4914 |
Epistemoloji , bilginin (knowledge) tabiatını ve sınırlarını araştıran felsefe dalıdır. Bilginin yapısını, menşeini ve kriterlerini inceler. Epistemoloji, aynı zamanda, konuyla irtibatlı bir sıra problemle de ilgilenir: Duyuların idraki, bilinen nesneyle bilen arasındaki ilişki, muhtemel bilgi tipleri ve her bir bilginin muhtemel kat’iyet derecesinin tespiti, hakikatin tabiatı, varılan sonuçların haklı görülmesinin tabiatı… Epistemoloji terimi Grekçe episteme’den (bilgi) ve logos’tan (teori, bilim) gelir. Episteme bilgi, epistanai anlama ve bilme+histanai “ayağa kalkmasına sebep olmak” demektir. Epistemoloji için kısa bir târif yapılmak istenirse, “bilgi teorisidir” denilebilir.[i], [ii]
Epistemoloji Yunanistan’da, bilginin ihtimâliyetini sorgulayan sofistlerce başlatıldı. Sofist Protagoras bir epistemolojik sübjektivistti ve dıştan görülenlerin (görünümler: appearances) bilinebilecek yegâne gerçekler olduğunu ve her bir ferdin bütün şeylerin ölçüsü olduğunu söylüyordu. Mâdemki bütün bilgi kişinin sübjektif yaşantısına istinat ediyordu ve o kişi de hüküm vermekte yalnızdı, bilgi her fert için izafî olmaktan öteye geçemezdi.
Sokrat ve Platon, felsefelerinde bu epistemolojik izafiyete karşı çıktılar. Sokrat öncelikle “târif etme” kavramını izah ederek, bunun, kişilerin izafî kanaâtlerinden ziyâde, bir şeyin esansiyel karakteristiklerini ortaya koyduğunu söyledi. Bunun yanı sıra, sorgulanan şeyin pek çok farklı cihetlerinin tetkik edilmesi vasıtasıyla birtakım târifler geliştirilmesi ve bunların arasındaki ortaklıkların araştırılması yöntemini ortaya koydu; daha sonraları, başkaları bu yönteme endüksiyon (induction: tümevarım) adını taktılar. Platon da, epistemolojik objektivizm yaklaşımında, bilgi objesinin bilen süjeden bağımsız olduğunu savunarak, sofistlere karşı çıktı. Bilginin çeşitli tanımlarını yaptı ve bilginin idrakten ibâret olması fikrini reddetti. Ona göre, belli bir idrakin meydana gelmesinde rol alan duyum (sensation) sübjektif kalmak mecburiyetindeydi çünkü idrak edenin varoluşuna ve tabiatına istinat etmekteydi; hâlbuki idrak edilen nesne için bu derecede bir bağımlılık söz konusu değildi.
Bilgi ve idrakin yakından bağlantılı olmaları şeklindeki bakış açısı, sonraları, iki farklı pozisyona yol açtı. Eğer idraklerin öznel temsillerden (subjective representations) ibâret olduğu düşünülüyorsa veya kendisi fizik bir nesne olmayan içsel resimler gibi telâkki ediliyorsa, bu bir epistemolojik düalizm anlayışına yol açacaktı. Bu durumda da, bu zihinsel entiteyle veya idrakle fizik nesne arasındaki münasebetin (bağıntı: relation) izahı sorun oluşturuyordu. Ayrıca, bu çeşitten bir düalizm, her türlü fizik nesneye inanmanın haklılığını zora sokuyordu çünkü zihnin bilebileceği her şeyin sâdece temsillerden ibâret olması fikrini taşıyordu ve solipsizme (tekbencilik: enniye) düşme tehlikesini barındırıyordu. Eğer idrakler objektif şeyler ve sübjektif entitelerden ziyâde hâricî nesnelerin kısımları olarak telâkki edilirse, o zaman doğrudan ve saf bir gerçekçilik (realizm) ortaya çıkıyordu. Bu sefer de, farklı gözlemcilerce fizik nesnelerin kalitelerinin çelişkili ve farklı şekilde idrak edilmesi vâkıâsının (olgusunun) altında yatan sebebin, bunun nesnelerin tabiatıyla ilgisinin izahı sorunu gündeme geliyordu. Birisi bir yola baktığında, onun gittikçe daralarak ufukta birleştiğini görür, aynı yolun öbür ucundaki bir gözlemci ise aynı şeyi tam aksini müşahede eder ama tam zıt istikamette; pekâlâ, gerçek hangisidir?
Platon, Devlet isimli eserinde, bilginin değişmezliği ve bizatihî bir obje olarak gerçekliği olduğu varsayımından (assumption) hareketle, Formlar Teorisi’ni geliştirdi. Mâdemki duyum yaşantısı dünyası sürekli olarak değişmektedir, bilginin nesnesi de, gerçek de olamazdı. Mâdemki bilgi vardır, bilginin nesnesini teşkil eden ve değişmeyen bir başka bilgi âlemi olmalıdır. Sokrates’in tanımlarıyla Formlar veya İdealar olarak isimlendirilen bu âlem sâdece akıl ve muhakeme yoluyla bilinebilir. Platon’a göre, bilgi gerçek inanca bir açıklamayla haklı gösterilmiş olarak kavuşuyordu. Haklı gösterilme veya izah İdealar’a müracaat edilerek temin ediliyordu. İşte, bu “gerçek inançla haklı çıkarılabilen temel bilgi” tanımlaması tâ 1960’lara kadar rakip tanımadı. Platon’un İdealar Âlemi telâkkisi kendisinden sonraki pek çok felsefeyi, hâttâ dinleri etkilemiştir vemetafizik felsefenin impetusunu oluşturmuştur. İdealar Âlemi’ndeyken her bilginin tam ve mükemmel olan hakikatine (verity) âşinâ olan ruh, içinde yaşadığımız bu İmtihan Âlemi’ndeyken sâdece onları hatırlar, bilginin esas kaynağı sâdece akıl ve muhakeme yoluyla bilinebilir olan bu hatırlamadır. Bu özel “hatırlamaya” verdiği isim de pek hoştur: anamnesis! Setredilmiş (üstü kapatılmış) hakikatin (verity) banal gerçekler (reality) şeklinde keşfedilmesi demek olan bu terimin tababetin temelini oluşturan hastanın öyküsünü alma san’atına da taşınmış olması boşuna değildir.[iii], [iv], [v]
Aristotle bu “haklı gösterilme yoluyla ulaşılan hakikî inanç” yapısını kabûl etti ama Formlar teorisini reddetti. Haklı gösterilme yoluyla ulaşmanın duyusal yaşantıyla gerçekleştiğini söyledi ve bilgiyi öğrenmek ve sunmak için ayrıntılı bir yöntem geliştirdi. III. YY’da Sextus Empricus sofistlerin şüpheciliğini (skepticism) gözden geçirerek, bilgi edinmek konusunda Platon’un duyularla idrak konusundaki eleştirisine hak verdiği gibi (duyuların skeptisizmi), Aristotle’nin sâf sebebi reddedişini de kabûl etti (sebebin skeptisizmi). Sonuç ilginçti: Bilgi mümkün değildi! Medieval dönemde bu üç uç arasında değişik tartışmalar yapıldı.
Görüldüğü gibi, çeşitli epistemolojik tartışmaların özünde iki temel problematik yatmaktadır:
1)Bilginin mâhiyeti, kabaca, ne olduğunun açıklanması;
2)Bilgiye nasıl ulaşılacağı…
Konuya ikincisi suâl bağlamında yaklaşıldığında, mes’ele metodolojik (yöntem-bilimsel) bir münakaşa hâlini almaktadır. Yâni ortada bir bilgi vardır da, ona nasıl ulaşılacaktır; burada, a priori olarak bir bilginin varlığı (existence) ve mevcudiyeti (presence) kabûl edilmektedir! XVI. ilâ XIX. asırlar arasında daha ziyade metodolojik tartışmalar yapılmıştır. Materyalizm ve idealizm epistemolojik tartışmalara tutarlı açılımlar getiremiyordu. Matematik ve fizik bilimleri ilerleyip gittikçe artan bir şekilde önem kazandıkça, bunların metodolojileri arasında da rekabet ortaya çıkmıştır. Matematikte sâf sebep temel bilgi kaynağıdır ve istinat ettiği dayanak sâf akıl, metodolojik açıdan da akılcılıktır (rationalism). Fizik bilimlerde ise temel bilgi kaynağı duyusal yaşantılar, metodolojik açıdan da emprisizmdir (empiricism: deneycilik ve gözlemcilik). Metodolojiler bilginin sınırlarını tayin etmekte kullanılıyordu; sâdece kabûl edilen metodolojiyle elde edilebilen veya ondan menşe alan bilgi hakikiydi, bunun hâricindekiler sâdece kanaâtten veya inançtan ibâretti.
Rene Descartes, Baruch Spinoza ve G. W. Von Leibniz gibi rasyonalistlere göre, kendiliğinden ispatlanmış ve belli olan gerçek aksiyomlara istinat eden bilginin kaynağı da, en son sınanması da dedüksiyonla (tümdengelimle) anlamlandırmadan ibâretti. Bu yaklaşım bilginin kesinliğini izah ediyor ama hatalı inançların hesabını veremiyordu. Meselâ, paranoyak bir hastanın tutarlı hezeyanlarını, hele bunun bir folie impose hâlinde pek çok kişi tarafından paylaşıldığını düşününüz; bunun gerek tarihî gerekse güncel örnekleri hiç de az değildir.
John Locke, George Berkeley, David Hume gibi emprisistler ise bilginin duyusal yaşantıdan elde edildiğini ve sınanmasının da bu yolla yapılabileceğini söylüyorlardı; yâni bir şeyin ne olduğunu bilebilmek ve bunu sınayabilmek için beş duyumuzdan birinin veya bir kaçının kullanıldığı deneyler yapılmalıydı. Onlar da hataların hesabını verebiliyor fakat âlemle ilgili genel-geçer hükümlere varmakta kesinlik sağlayamıyorlardı. HâttâHume’ın kendisi endüksiyon (tümevarım) yöntemini şöyle eleştiriyordu: Mâdemki olayların illetleri (gerçek sebepleri: causes) hakkındaki bilgi idrake dayanmaktaydı, idrak da her zaman yanılabilirdi, hatalı idrakler âdeta istisna değil kâideydi, belli bir illetin dâima ondan beklenen tesirleri hâsıl etmesi konusunda asla emin olamazdık ve bu, en temel bilim kanunları için bile geçerliydi!
XIX. YY’da John Stuart Mill illî (causal: nedensel) ve matematiksel kanunları mâzur gösterebilmek için endüktif (tümevarımsal) yöntemler formüle etmeye gayret etti. Almanya’dan Kant ise bu metodolojilerin açmazlarını aşabilmek için her birinin elemanlarını birleştiren bir yaklaşım getirmeye çalıştı: Bir kimse yaşantı dünyası (fenomen: phenomenon) hakkında kesinlikten bahsedebilirdi çünkü onu kendisi inşa ediyordu ama dünyanın hakikatte ne olduğu hakkında bilgisi olamazdı (numenon: noumenon). Mâdemki bir kimsenin yaşantısı matematiksel ve illî kanunlarla inşa ediliyordu, bu kanunların evrensel uygulamasını yaşantının kanunlarına tatbik etmeye hiç de gerek yoktu.
Kant’tan sonra hem realizm hem de idealizm tekrar gündeme geldi. Neorealistlerden G. E. Moore “şeylerin sâdece ve basitçe göründükleri gibi olduklarını” söyledi. Her şeyin sâdece zihinde var olduğunu düşünen idealistler için, hakikatin anlamı ciddî bir sorun hâline geldi ve hakikatle ilgili bir koherans (tutarlılık, iltisak) teorisi geliştirdiler. Buna göre, hakikatin standardı daha büyük bir önerme (proposition: kaziye) sistemine istinat eden bir önermenin mantıkî tutarlılığı idi. Wittgenstein gibi filozoflar bâtıl îtikatların, boş inançların da kendi içlerinde tutarlı olabileceğini ifade ederek bu bakış açısına karşı çıktılar. Wittgenstein hakikati izah etmek için bir tekabüliyet (correspondence: karşılıklılık) teorisini kabûl etti. Buna göre, hakikat, bir fikir veya önerme ile onun nesnesi arasındaki ilişkiden ibâretti. Gene de, bu yaklaşım, filânca galaksideki göksel varlıklardan, Mevlâna’dan ve Atatürk’ten “vahiyler” aldığını söyleyerek, Kur’an-ı Kerîm’i tamamlayıcı son kitabı tebliğ ettiğini söyleyen veya cinleriyle halvet olan kişilere ne diyeceğiz? Burada dabir fikir veya önerme ile onun farazî nesnesi arasında ilişki söz konusudur.
Analitik ve linguistik felsefe, fenomenoloji ve pragmatizm gibi felsefe ekolleri de bilginin kaynağı, mâhiyeti konularında epistemolojik tartışmalar gündeme getirdiler. Bilinemezcilik (agnostiklik) akımının zirvesi olan Popper ise hakikatin asla bilinemeyeceğini, sâdece faraziyelerde, varsayımlarda bulunulabileceğini ifade ederek her türlü realist, idealist veya materyalist akıma karşı çıktı. Platon’un, Hume’ın, Wittgenstein’in,Marx’ın ve daha pek çok mütefekkirin, filozofun öğretilerine ağır tenkitler getirdi. Meselâ, Platon’un İdealar’ını şöyle eleştiriyordu:[vi]
İDEALAR
yâni
GÖSTERMELER veya TERİMLER CÜMLELER veya ÖNERMELER veya
veya KAVRAMLAR KURAMLAR
KELİMELER İDDİALAR (SAVLAR)
ile dile getirilebilirler; bunlar
ANLAMLI DOĞRU
olabilirler; onların
ANLAMları DOĞRULUKları
TARİFLER TÜRETİMLER
yoluyla
TASVİR EDİLMİŞ (BE- İLK ÖNERMELERe
TİMLENMİŞ) KAVRAMLARA İndirgenebilir
Bu yolla bunların
ANLAMlarının DOĞRULUKlarının
(indirgenmek yerine) oluşturulması çabası, fâsit bir daireye (kısır döngüye) götürür.
Popper’ın ünlü teist bir sinir-bilimci olan Eccles’la zihin-beden ilişkisi konusundaki son derecede keyifli ve seviyeli tartışmaları unutulmazdır.[vii] Zihin-beden problemi hâlâ ciddî bir açmazı içerisinde barındırmakta, psikiyatrlar tarafından tartışılmakta,[viii] DSM-IV’ün giriş kısmında “yerine koyacak daha iyi bir terim bulunamadığı için” zihinsel bozukluklar (mental disorders) başlığının kullanılmasından duyulan rahatsızlık dile getirilmektedir.[ix] Bütün bu mes’eleleri çağdaş ve kendine has yorumuyla ele alan Göka gibi psikiyatri menşeli yazarların da Türkiye’de yetiştiğini memnuniyetle müşahede ediyoruz.[x], [xi] Sevgili dostumuz Göka, bir kongre için gittiğimiz Paris’te şarabımızı yudumlarken bana “Kerem hocam, sen bir ayağın metafizik ve dinde, diğer ayağın felsefe ve bilimde bir yerde duruyorsun” demişti. Sonradan onun bu sözleri üzerinde çok düşündüm ve bir gün telefon edip “Yâhu Erol, ben bayağı iyi bir yerde duruyormuşum” diye takıldığımda cevabı yapıştırdı “kaygan bir zemin bu, tehlikeli”, gülüştük. Burada, sanıyorum Erol’un kastettiği tehlike iki türlüydü: 1)Bilimden uzaklaşıp bâtıllık batağına düşmek; 2)Asla böyle bir şey yapmasanız da, felsefî düşünceden nasibi olmayanlar tarafından öyle olduğunuzun zannedilmesi veya kötü niyetli kişilerce, öyle olduğunuz karalamasının dedikodusunun yapılması. Aslında çok önemli bir tesbitti bu, tam anlamıyla agnostik veya ateist olanlarımız hâricinde (onlar bile kısmen işin içindeler ya, neyse), hangimiz bu kaygan zeminde durmuyoruz ki?
Ontoloji “yaratıklar bilgisi, yaratılış ilmi, gerçeğin asıl kendisini ve niteliğini inceleyen disiplin” şeklinde tanımlanabilir. Terim ilk olarak XVII. YY’da icat edilmişse de, Aristotle tarafından M.Ö. IV. YY’da ortaya koyulan metafizik veya “ilk felsefe” ile sinonimdir (eş-anlamlıdır). Zamanla, metafizik terimi felsefî kozmoloji ve psikoloji gibi diğer çalışma alanlarını da kapsar hâle geldiği için, varlığın araştırılması anlamında ontolojiterimi tercih edilir olmuştur. Bir Alman rasyonalisti olan Christian Wolff tarafından XVIII. YY’da meşhur edildi; varlıkların özleriyle (essences) ilgili zorunlu gerçeklerin keşfedilmesine çalışan dedüktif bir disiplindi (bu noktada self kavramının karşılığı olarak kendilik yerine öz kelimesinin kullanılması hususunda ısrar eden bir meslekdaşımızın[xii] şöyle bir başlığı Türkçe’ye nasıl tercüme edebileceği çağrışımı kafamda canlanıverdi: “The essence of the Self”; herhâlde şöyle bir şey olacak: “Özün Özü”! Böyle garabet olur mu sualinin cevabı da hazır: Cümlenin gelişinden nasıl olsa anlaşılır)! Onun ünlü takipçisi Immanuel Kant ontolojik tartışmaları hem dedüktif (tümdengelimsel) bir sistem olarak eleştirdi, hem de ulu ve mükemmel bir varlık olarak Allah’ın mutlaka var olması şartı gibi tartışmalarda etkili, alaycı çürütmeler getirdi (ileride bu hususa tekrar değinilecektir). Metafiziğin XX. YY’da yeniden gündeme gelmesiyle, bilhassa Martin Heidegger gibi varoluşçular ve fenomenolojistler arasında, ontoloji ve ontolojik düşünce tekrar önem kazandı.
Konuya bilim felsefesi açısından bakıldığında, Ortaçağ boyunca Hristiyan dogmatizmi ve yobazlığı altında inim inim inleyen Batı Medeniyeti’nin Rönesans ve Reform hareketleriyle zincirlerinden kurtulması sonucunda gelişen pozitivizm düşüncesi, ifrata kaçarak materyalist bir mâhiyet kazanmıştır. Ne kadar ironik bir vâkıadır ki, Rönesans ve Reform hareketlerinin filizlenmesinde, hattâ Protestanlık’ın kurulmasında Haçlı Savaşları boyunca, özellikle de bâzı şövalyelik tarîkatlarının vâsıtasıyla, Batı’nın Doğu ezoterizmiyle ve İslâm tasavvufuyla tanışmasının büyük rolü olmuştur. O dönem dünyasında Müslüman bilim adamları gerek fiziksel gerekse teorik bilimlerde büyük icat ve keşifler yapmaktaydılar ve impetusları da İslâm’dı! Bunlar arasında sıfır kavramının bulunması, cebirin icadı, astronomik gözlemler,[xiii] çeşitli matematik teoriler, Türk asıllılardanEl Birunî’nin ilk robotları ve otomasyon teknolojisini icadı, İbn-i Hâldun’un ünlü Mukaddime’siyle Comte’dan çok önce sosyolojinin temellerini atması,[xiv] İbn-i Sinâ’nın (Batı kaynaklarında Hippocrates’e de,Galenius’a da el veren büyük tıp üstadı Avicenna diye geçer)[xv] başta tıp olmak üzere pek çok sahâda gerçekleştirdiği muazzam buluşlar gibi niceleri sayılabilir.
Alman filozof Edmund Husserl fenomenoloji terimini bütün bir felsefe için kullandı. Varoluşla, varlığın mâhiyetiyle ilgili sonu gelmez bütün tartışma ve teorileri bir tarafa attı; onları inkâr da etmedi, sâdece kaâle almadı. Geleneksel metafiziğin psikalistik (physicalistic), psikolojistik (psychologistic) veya lojistik (logistic) prekritik peşin hükümlerle dolu ve istilâ edilmiş olduğunu söyledi. Varlıklara fenomenler (hâdiseler) olarak bakmayı, neden ve niçin suâllerini sormamayı teklif etti. İki tür ontolojiden bahsetti: 1)“Tek”, “pek çok”, “kısmî” gibi anlamların veya özlerin hüküm sürdüğü ve kendisinin boş olarak nitelediği Formel Ontolojiler, 2)Duyusal yaşantının yapısının ve anlamının transandantal araştırmalarla keşfedilip haritalandığı Materyal Ontolojiler.
Kant’ın “dalga geçtiği” eski ve güçlü bir gelenek de metafiziğin, felsefî bilimler de dâhil olmak üzere, bütün bilimlerin kraliçesi olduğu inancıdır. Bu fikir, muhtemelen, mantık, ahlâk (ethics) alanlarında çalışanlar kadar, fizikçilerin ve biyologların dahi belli bir konuda en doğru ve nihaî kararı veya düzeltmeyi ancak bir metafizikçinin yapabileceğine inanmalarından kaynaklanmaktadır. Mantıkla, ahlâkla ve yasalarla uğraşanlar da bireysel ajanın ne yaptığı hususunda “kerameti kendinden menkûl” cevap verici bir ünite olduğunu varsaymadıkça bir yere varamazlar; metafiziğin görevi de bu varsayımı kritik incelemeye konu kılmaktır. Bu perspektifle bakıldığında, mantıkçıların veya ahlâkçıların elde ettikleri her türlü sonuca (iddiaya) eğreti ve şartlı (provisional) gözüyle bakmak gerekiyordu (burada, esasen aynı anlama gelen ama biri Lâtince’den, diğeri Grekçe’den menşe alan ethics ve morality arasındaki görünmez mürekkeple yazılmış muğlâk farkı hatırlamak gerekiyor; bunlardan birine ahlâk, diğerine erdem [wisdom, fazilet] demenin kavram kargaşasını arttırmaktan başka bir şeye yaramayacağını düşünüyorum; tıpkı “özün özü” saçmalığında olduğu gibi). Hegel’in takipçileri bu iddiaları ihtiraslı bir inanç sistemi hâlinde geliştirdiler ve mantıkla ahlâkı felsefenin küçük dalları gibi gördüler. XX. YY’da özellikle İngiltere’de ve ABD’de bu Hegeliyen bakış açısına ciddî îtirazlarda bulunuldu ve ahlâkla mantığın özerkliği, metafizikten bağımsızlığı vurgulandı. 1903’te Principia Ethica’daki bölümünde G.E. Moore “bu iyidir” gibi ifadelerin emsâlsiz olduklarını, ne tabiî ne de metafizik hakikatlere indirgenemeyeceklerini, idealist inançların eninde sonunda bir hezeyana dayandıklarını savundu. Bu tip yaklaşım, her şeye rağmen, mantık âlemiyle gerçekler âleminin arasındaki ilişkiyi yeterince izah edemiyordu ve mantığın kendi içerisinde tutarlı otonom bir disiplin telâkki edilmesiyle nihaî anlamda hiçbir şey çözülemiyordu. Metafizik referans şu veya bu derecede mevcudiyetini koruyordu.
Metafizikçi filozofların dedüktif yaklaşımları metafiziği a priori bir bilim hâlinde telâkki ediyordu; öne sürülen fikirler hem sonucu içerisinde barındırıyordu, hem de kendileri zâten doğruydular. Spinoza,Descartes’inkine benzer bir bilgi tarifi benimseyerek metafizik tartışmaları geometrik bir üslûpla ele alarak 8 târif, yedi aksiyom, 36 önerme getirdi. Bu ve benzeri çabalar metafiziği sâdece a priori olmaktan çıkarıp, emprik bir bilim vasfına da kavuşturmaya çalışıyordu.
Her ne kadar bu yaklaşım ilk anda itici gibi görünebilirse de, insan haklarının, “evrensel ahlâkın” ve bütün dünyadaki moral değerlerin esâsının ne olduğunun epistemolojik izahına doğru atılmış bir adımdır. Akla, tâ evrimin erken dönemlerinden beri gelen toplumsal normların arketipler hâlinde kollektif şuurdışımıza kazınmış olarak taşındıkları “varsayımı” geliyor.
Buraya kadar çeşitli bilgi ve bilim kuramlarını, olabildiğince tarafsızca, metafiziği de işin içine katarak özetlemeye çalıştım. Batı’da bilimlerin dinden ve felsefeden özerkleşmesi ve özelleşmesi (specialization)oldukça yeni bir gelişmedir. Bir asırdan kısa bir süre öncesine kadar teorik fizikten “natürel felsefe” diye bahsediliyordu ve ahlâkî veya mânevî felsefe (moral philosophy) ve metafizik felsefeden farkı belirgin değildi. Bir yandan da, bu diyalektik osilasyonun makûl bir orta yolda âhenk bulması, yeni bir sentezin yakalanması kaçınılmazdı. Gerçekten de öyle bir noktaya geldi ki bilim, maddeyi böldükçe (mikrokozmosa daldıkça) sâdece ve sâdece enerji kalıyor elinizde; aynı şey makrokozmos için zâten geçerli. Doğruluğu büyük ölçüde kabûl gören Big Bang’in niçin ve nasıl olduğu, entropi kanununun olması gerekenin tam aksine,negantropi yönünde işlemesi, ilk yaratılıştan sonra her plânda muazzam bir evrimin süregelmesi… Bütün bunlar bir ulu yaratıcı, mimar ve yönetici fikrini kaçınılmaz şekilde akla getiriyor bana sorarsanız, ama,bu dahi bir faraziyedir.
Akılcılıktan çıkıp nakilcilik batağına düşmeden önceki devirlerde, İslâm’ın müspet ilim için nasıl bir impetus oluşturduğundan biraz önce bahsetmiştik ama, artık, genel olarak İslâm âleminin hâline bakıldığında, işler hiç de görünmüyor. Bilimlerin dinlerin yerini almakta yeterli olmadığı, hattâ eski yobazca eğilimlerin yanısıra, çok daha sûfî mistik ve dinî akımların gittikçe güçlenerek Batı dâhil, bütün dünyada gelişmekte olduğuna işaret eden gelişmeler var. Bâzılarının iddia ettikleri gibi bilimler dinlerin yerini mi aldı, yoksa gene başka bâzılarının söylediği gibi, bilim yoluyla Tanrı’ya dönüş çağını mı yaşıyoruz? Bâtıl îtikatlar ve hurafelerle, doğru inançlar (!) ve bilimsel bulgular nasıl anlaşacaklar? Bilimle imanın arası nasıl bulunacak?[xvi] Eğer varsa, dinin gerçek anlamıyla yobazlığın hudut çizgisi nasıl çizilecek, Eric Hoffer’ın tâbiriyle “kesin inançlıların”[xvii] elinden nasıl kurtulacağız? [Taassup (yobazlık) bir hayat ve düşünce tarzının ismi. Sâdece dindarın değil, her fikrin müdafîinin mutaassıbı vardır: At gözlüklerini takmış, kendisininkinden başka hiç bir fikre veya düşünceye saygısı, tahammülü olmayan yobazların kolayca kutup değiştirebildikleri de bir vâkıâdır. Kızılken kara olurlar, yeşilken mor. Tedavisi çok zor bu illetin temelinde ise kendine güvensizlik, yetersizlik, cehalet, beyin yıkanması gibi sebepler yatar]. Safsatayla “doğru inancın” (yâni doğru bilginin) sınırlarını nasıl bileceğiz?
[i] Encyclopedia Britannica: CD-ROM 2.0. Britannica Encyclopedia, Inc, 1996
[ii] Microsoft Bookshelf 98: Reference Library. Microsoft Corporation, 1997
[iii] Cresson A: Filozofik Sistemler (çev. Becanaro SJ). Gamma Neşriyat, İstanbul, 1962
[iv] Hançerlioğlu O: Felsefe Sözlüğü. Varlık Yayınları, sayı: 1290, İstanbul, Haziran 1967
[v] Meriam-Webster Inc: Meriam-Webster’s Collegiate Dictionary – CD-ROM Deluxe Audio Edition, Version 1.5, 1996
[vi] Güzel C (derleyip çeviren): Sağduyu Filozofu: Popper. Bilim ve Sanat Yayınları, Bilim Felsefesi Tarihi: 3, 1. Basım, Ankara, 1996
[vii] Popper K, Eccles JC: The SelfIts Brain, Routledge, London, 1960
[viii] Slavney PR: The mind-body problem, epistemology,psychiatric education. Academic Psychiatry, 17:2, 59-66, Summer 1993
[ix] American Psychiatric Association: DiagnosticStatistical Manual of Mental Disorders 4th Edition –DSM-IV, American Psychiatric Association, Washington, DC, 1994
[x] Göka E: Psikiyatri ve Düşünce Dünyası Arasında Geçişler. Vadi Yayınları: 49, Felsefe Dizisi: 13, Şubat 1996
[xi] Göka E, Topçuoğlu A, Aktay Y: Önce Söz Vardı -Yorumsamacılık Üzerine Bir Deneme. Vadi Yayınları: 35, Felsefe Dizisi: 9, Şubat 1996
[xii] Dereboy İF: Kimlik Bocalaması, Anlamak Tanımak Ele Almak. Özmert Ofset, Malatya, 1993
[xiii] Göker L: Türk-İslâm Astronomi Bilginleri ve Gökyüzü Bilgileri. Millî Eğitim Bakanlığı Yayınları: 2742, Bilim ve Kültür Eserleri Dizisi: 742, Araştırma İnceleme Dizisi: 71, Millî Eğitim Basımevi, İstanbul, 1995
[xiv] İbni Hâldun: Mukaddime 1 & 2. Ciltler. Çev. Dursun T, Onur Yayınları, Ankara, Nisan 1977 (1. Cilt), Haziran 1989 (2. Cilt)
[xv] Avicenna: The Canon of Medicine (English trans. & ed. by Shah M), Naveed Clinic, Karachi, 1966
[xvi] Adıvar AA: Tarih Boyunca İlim ve Din (Bilim ve Din). 5. Basım, Remzi Kitapevi, İstanbul, Haziran 1994
[xvii] Hoffer E: Kesin İnançlılar. 4. Baskı, Çev. Günur E. Akran Yayınları: 11, İstanbul, 1988