Neslim Güvendeğer Doksat | 20 Şubat 2002 Çarşamba | 3605 |
Aynı Anda Bir Çok Psikoterapi Yöntemi (Röportaj)
Prof. Dr. M. Kerem Doksat (Psikiyatr)
Prof. Dr. Kerem Doksat ile psikoterapi yöntemleri, hipnoz, özel sağlık sigortaları ve bireylerin karşılaştıkları problemler hakkında konuştuk.
Her alanda bilgi sâhibi, çok yönlü bir kişisiniz. Bize biraz kendinizden bahseder misiniz?
5 Ağustos 1957 İstanbul doğumluyum. Annem hukuk ve tıp fakültelerinin sınavlarına girip başarılı olmuş bir kişi. Ancak rahatsızlandığı için eğitimini bırakmak zorunda kalmış ve sonrasında Sümerbank’ta memurelik yapıp emekli olmuş bir hanım. Babam Prof. Dr. Recep Doksat’ı ise on iki sene evvel kaybettik, kendisi de psikiyatr idi. Bu bakımdan kendimi şanslı hissediyorum.
Ben lisede iken babam Adana’da Çukurova Tıp Fakültesi Psikiyatri Bölümü’nü kurmuştu. Biz de Adana’ya taşındık. Daha sonra iyi bir puanla Ankara Hacettepe Üniversitesi’ni kazandım ancak, babamın tavsiyesiyle, kaydımı geri alıp Çukurova Üniversitesi’ne kayıt yaptırdım.
Henüz sosyal faaliyetlere zaman ayırabildiğim bir dönemdi, aynı dönem Adana’da klâsik gitar resitali verdim, Taekwan do ve meditasyon ile uğraştım.
Eğitim aldığım zamanlarda Türkiye politik anlamda en zor dönemlerinden birisini yaşıyordu ve ben hiç bir zaman Türkiye’deki kavramların tanımladığı şekilde solcu veya sağcı olmadım. Bu sanırım aydın bir pencereden yetiştirildiğimden kaynaklanıyor.
Mecburî hizmetten sonra Cerrahpaşa’yı kazandım. Devlet İhtisas İmtihanı’na da girdim ve Türkiye 13.’sü oldum. Askerlikten sonra, altı aylık bir gecikmeyle, öğretim görevlisi olarak Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’ne döndüm ve sonra fakültenin öğretim üyesi oldum. 1994 yılında doçentlik ve 1999 yılında da profesörlük ünvanlarını aldım.
Bilimsel alanda çalışmalarım daha çok duygudurumu bozuklukları (mood disorders) üzerine ve asıl konum psikiyatrinin pratisyenliği, yâni psikiyatrik bir vak’a ile ilgilenmeyi seviyorum ve 15 senedir de, kliniğimizin vak’a tartışmalarını yönetiyorum. Psikofarmoloji alanına özel bir ilgim var. Dolayısıyla nöroloji ve sinir-bilimle (neuroscience) ile de ilgileniyorum ama bu konuda çok derinlik sâhibi olduğum söylenemez.
Yeni Sempozyum dergisinden biraz bahseder misiniz?
Yeni Sempozyum dergisi bilgi anlamında önemli bir hizmet veriyor. Psikiyatri alanında ilgilendiğiniz konuların makalelerine herhangi bir ücret ödemeden ulaşabiliyorsunuz, üyelik de gerekmiyor. Yayınlanan sayılardaki makaleleri ve araştırmaları PDF formatında internete aktardık. Arzu edenler dergiye www.yenisymposium.net ‘den ulaşabilir.
Bildiğiniz gibi bâzı büyük dergiler bunu ücret karşılığı yapıyorlar. Ben Türkiye’nin bu kadar lüks içerisinde olduğunu düşünmüyorum, bilgiyi en kısa yoldan yaymak mecburiyetindeyiz. Meselâ aynı bedava hizmeti Klinik Psikofarmakoloji Bülteni’nden de elde edebiliyorsunuz.
Evrimsel psikiyatri nedir?
Dünyada evrimsel psikiyatri (evolutional psychiatry) adlı bir dal mevcut ve Türkiye’de bu konuyu gündeme getiren ilk kişi benim. Ağrı psikiyatrisini Türkiye’de ben kurdum ve geçen seneki Ulusal Psikiyatri Kongresi’nde bu durum resmen onaylandı. Cerrahpaşa’da nörolojiden Prof. Dr. Aksel Siva baş ağrısı grubunun başı ve beraber çalışıyoruz. Gene İstanbul (Çapa Tıp Fakültesi Algoloji Bilim Dalı kurucusu ve başkanı Prof. Dr. Serdar Erdine ile, Cerrahpaşa’da Prof. Dr. Işık Aydınlı ile paralel çalışmalar yürütmekteyiz. Özellikle kronik ağrı sendromlarında (yâni 3 ilâ 6 aydan uzun olanlar) tavuk-yumurta tarzında, mutlaka psikiyatrik bir komponent bulunuyor. Altta yatan sebep kanser dahi olsa, psikiyatrik müdahale hayat kalitesini çok arttırıyor ve tedaviyi olumlu yönde etkiliyor.
Hipnoz ilgi çeken bir konu. Psikoterapide hipnozun yeri nedir?
Hipnozu ben babamdan öğrendim. Toplumda hipnoza karşı bir korku var. İnsanlar hipnotize olduklarında söylenmemesi gereken şeyleri söylemekten ve sırlarının ortaya dökülmesinden korkuyorlar. Bir de, kişide kontrolünü kaybetme korkusu da var. Bana göre hipnoz kesinlikle bir uyku hâli değildir, tam aksine, özel bir şuur alanında üstün uyanıklık söz konusudur ama diğer alanlara kısmen kapanma yaşanır. Örneğin televizyon seyrederken çevremizdekileri duymama bir hipnoz örneğidir. Kişinin dikkati bir alanda yoğunlaştığından çevresinden soyutlanır.
Hipnoz, hastalıkların tedavisinde bir amaç değil, araç olmalı. Hipnoz diş hekimleri tarafından da sıkça kullanılıyor. Çünkü doktor korkusu, anesteziye dayanıksızlık en çok diş hastalıkları alanında görülüyor. Diş hekimi korkusu gibi, sigarayı bırakmak veya zayıflamak için de hipnoz başvurulan yöntemler arasında. Ayrıca kekemelikte kısmen, obezite, anoreksiya-bulimianın bâzı hafif tiplerinde, panik atakları ve fobiler gibi ruhsal kökenli hastalıkların dışında migren, astım, kanser ağrılarını azaltmak gibi doğrudan psikiyatrik kökenli olmayan hastalıklarda da hipnoz kullanılabilir. Ancak, bâzı psikiyatrik hastalıklar, örneğin şizofreni, paranoid sendromlar, manik-depresif hastalık gibi durumlarda, psikotik hastalıklar ve psikotik olma sınırında gezinen borderline (sınır) ve obsesif-kompulsif (takıntılı) kişilikler ile narsizmde hipnoz kullanılmaz.
Bir de self-hipnoz (oto-hipnoz) denen bir konu var, yâni kişinin kendi kendini hipnotize etmesi demek. Bu durum şöyle gerçekleşiyor: Hipnoz sırasında doktor hastasına aynen parmak şıklatmak gibi önem taşıyan bir anahtar verir ve bu sembolü gerekli gördüğü zaman yaptığında hipnoza gireceği telkinini verir. Hasta zorlandığı durumlarda bu işareti yaparak hipnoz sırasında ulaştığı rahatlamayı hisseder.
Hipnoz konusunda göz önünde bulundurulması gereken bir konu, hipnoz yanlış ellerde tehlikeli olabilir. Bu tür hatalı uygulamaların tipik bir örneği, kişilerin hipnozla “eski hayatlarına döndürülmeleri” safsatası. Câhiller cesur olur, ben de çok gençken bu tür deneyler yaptım ama, artık biliyorum ki, bunların hepsi fantastik oyunlardan ibâret! Açıkçası ben bu tür deneylerde hipnoz anında sıradan bir meslek sahibi olduğunu iddia eden kimseye rastlamadım. Ya kişiler çok iyi Fransızca konuşuyor, ya piyano çalıyorlar ya da bir ordu generali, çar veya çariçe oluyorlar. Bu durum sakıncalıdır, hattâ psikoza kadar varabilir. Bâzı doktor olmayan, özellikle medyum, tarikat lideri, falcı ve büyücü gibi kişilerin uyguladığı hipnoz istenmeyen, tehlikeli sonuçlar doğurabilir. Hipnoz benim için ihtiyaç duyduğumda kullanabileceğim bir araç, bir tedavi yöntemi. Ama piyasada hipnozu hipnozculuk şeklinde yapan bir sürü adam var ki bunu tamamen etik dışı buluyorum.
Hipnoz yapabilmek için özel, doğaüstü yeteneklere sâhip olmak gerekli mi? Toplumda böyle genel bir kanı var
Hipnoz teknik olarak enjeksiyon yapmaktan biraz daha zor. Kafası çalışan herkes hipnoz yapmayı öğrenir. 2-3 hafta içinde temel eğitimini 2 ayda ise ileri aşamasını görür. Ama o enjektörün içine ne koyacağını bilmek için koca bir psikiyatriyi bitirmek ve elbette bu alanda iyi olmak lazım.
Mesela bana hipnoz için gelenlerin %99′una hipnoz yapmıyorum çünkü az önce belirttiğim gibi egoları yeterince güçlü olmayan insanlar için tehlikeli bir süreç olduğunu düşünüyorum. Tırnak yeme gibi bâzı kötü huylarda gerçekten işe yarıyor.
Bir de ben “silik-soft” hipnoz denilen metodu sıkça kullanıyorum. Göz temâsı ve benzeri yetenekler bunun için yeterli, zaten bunlar insan ilişkilerinde kullandığımız yetenekler. Normâlde hipnoz psikotik hastalarda, örneğin bir şizofreni vak’asında kullanılmaz ama “soft” hipnoz şizofrenide uygulanabilir. Klasik olan “uyu” tekniğini çok nâdir yapıyorum ve hakikaten endikasyon varsa uyguluyorum.
Hastaların normal fonksiyonlarına döndürülmesi aşamasında hangi psikoterapi yöntemini tercih ediyorsunuz?
Psikanaliz hâriç, psikoterapi yöntemlerinin hepsine eşit mesafeden bakıyorum. Psikanalizin bir nev’î modern din olduğunu ve bunun tıpla bir alâkası olmadığını düşünüyorum. Freud’un düşüncelerinin psikiyatriye çok şey kazandırdığını elbette kabûl ediyorum, yanlış anlaşılmasın. Ama bir tedavi yöntemi olarak bir din olarak görüyorum psikanalizi, tıpkı Marksizm gibi. Çok benzetirim psikanalizi ve marksizmi birbirlerine. Karl Marx’ın batı medeniyetleri tahlili çok doğrudur. Ama sonuç kısmına geçtiği zaman bir peygamber sorunu yaşanır doktrininde. Meselâ Marksist sistemdeki bâzı bölümleri severim ama diğer bölümlere inanmam. Bu Freudizm için de geçerli.
Benim genelde bilim ve felsefe, din ve psikiyatri gibi özel ilgi alanlarım var. İnsan ile ilgili olan hiç bir konunun indirgeyici yaklaşımlarla anlaşılabileceğine inanmıyorum. Bütün bu yaklaşımların çok indirgeyici seviyede olduğunu düşündüğümden, hepsine belli bir mesafeden bakıyorum. Her birinden bana faydalı olacak noktaları yakalıyorum. Amaç, kendi sentezimi kurayım ama sekter olmayayım. Hepsi işe yarıyor, bu yadsınmaz ama ben sâdece davranışçıyım dersem at gözlüğü takmış olurum. Her psikoterapi yöntemine âşina olup da daha fazla okursam, “workshop”lara katılırsam, vak’a tartışmalarını seyredersem kendimi ancak yetiştirebilirim.
Günlük yaşamınızda kendinizi zaman zaman insanları incelerken buluyor musunuz?
Özellikle profesyonel bir eğitim aldıktan sonra sizden talep edilmedikçe kimseyi teşhis ve tedavi etme eğilimi göstermemeyi öğreniyorsunuz. Ama elbette, eğer tekstil işiyle uğraşıyorsanız, oturduğunuz koltuktaki kumaşı otomatik olarak, hattâ farkına varmadan incelemeye alırsınız. Yâni birisiyle konuşurken üç aşağı beş yukarı nasıl bir kişilik yapısı var anlıyorsunuz. Ama bu durum şuur öncesinde çalışıyordur. Bu da gâyet doğal bir durum çünkü insan ilişkilerinde herkes kendi gözlemleriyle hareket eder. Bizim de formasyonumuz hastalığı tanımlayabilmek olduğuna göre, farkına varmadan bir şeyleri otomatik olarak çalıştırıp ona göre tavır alabiliyoruz.
Psikiyatr ve psikolog kavramı toplumda çok fazla karıştırılıyor. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Aslında bu fark çok net. Çünkü psikiyatr dediğiniz kişi 6 sene tıp okuduktan sonra tıp doktoru oluyor. Dünyada doktor deyince tıp doktoru anlaşılır çünkü Ph.D. (bilim doktoru) eğitimi almadan doktorluğu kabûl edilen tek meslek bizimkidir. Bu da şundan kaynaklanıyor; çok eskiden tıbbiyeyi bitirirken tez yazılırmış. Şimdi o tez kalktı ve biz doğal olarak doktora yapmış kabûl ediliyoruz.
Tıp doktoru her türlü hastalığı teşhis etmede asgarî bilgiye sâhip oluyor. Kişi psikiyatr olabilmek için mezuniyet sonrası en az 4 yıl süreyle akıl ve ruh sağlığı ile ilgili ihtisas yapıyor. Eğer meraklı ise sınavlarına girip kariyer elde edebiliyor.
Halbuki psikolog dediğimiz insan edebiyat veya eğitim fakültelerinin 4 senelik psikoloji bölümlerini bitiriyor. Tam anlamıyla bu konuda ham verilere sahip oluyorlar. Sâhip olduğu eğitimle sadece psikoloji öğretmenliği yapabilir, amaç da odur zaten. Ayrıca psikoterapist olmak, bir takım psikolojik testleri uygulamak, bir takım benzeri psikoterapi yöntemleri ile çalışmak için ekstradan, bâzen senelerce süren “workshop”lar, kurslar, eğitimler almak zorundalar.
Bu konuda Türkiye’de büyük bir kaos var. İnsanlar 4 senelik psikoloji bölümlerini bitiriyor ve “ben psikoloğum” diyerek hassas durumlardaki insanları tedavi etmeye çalışıyorlar. Son derece yanlış ve hasta açısından tehlikeli çünkü hastalığı tanımıyorlar. Bir beyin tümörüne bağlı frontal kişilik değişmelerde psikanalitik terapi uyguluyorlar. Olacak iş değil. Maalesef böyle örneklere çok sık rastlıyoruz.
Bu konuda Türkiye’de yeni yasalar çıkıyor…
Evet ama psikologların yasası henüz tam olarak oturmadı. Sanırım yasalar sonunda çıkacak ve bu sorunlar biticek. Ve sonunda hiç olmazsa insanlar belli “workshop”lardan geçmeden, belli kredileri toplamadan “psikoloğum” diyemeyecekler.
Kerem Doksat’dan Bir Fıkra
Adam trafikte “alçaktan uçarak” giderken polise yakalanır… Aracını kenara ve çeker arabadan iner: “Buyrun memur bey” der.
“Beyefendi, aşırı hız yaptığınız için sizi durdurmak zorundayım, ehliyetiniz lûtfen?”
“Ehliyetim yok, son yaptığım kazada ehliyetime el koydular memur bey.”
“Peki, aracınızın ruhsatını görebilir miyim?”
“Araba benim değil memur bey, çaldım ben bu arabayı!”
“Anlamadım, nasıl yâni, siz bu arabayı çaldınız öyle mi?”
“Evet memur bey, aa durun bir dakika, torpido gözünde ruhsat olacaktı, silâhımı oraya koyarken ruhsat gibi bir şey gördüm galiba…”
Polis iyice şaşırır: “Torpido gözünde silâh mı var?!”
“Evet memur bey, bu arabanın sahibi olan kadını vurduktan sonra cesedi bagaja, silâhı da torpido gözüne koydum…”
“Bir de bagajda ceset mi var?!”
“Evet memur bey…”
Trafik polisi bunu duyar duymaz âmirini arar, arabanın etrâfı bir anda polislerle dolar ve adamı sorguya alırlar… Ekipler âmiri adamın ehliyetini ister, adam ehliyetini çıkarır ki ehliyet geçerli, temiz, hiç bir anormâllik yok… Bunun üzerine, adamın ruhsatını ister, adam çıkarıp ruhsatı da verir, ekipler âmiri yine bakar ki araba adama âit Derken, adamdan torpido gözünü açmasını ister, adam açınca ortaya çıkar ki orada da silâh filân yok… Ekipler âmiri bir de bagaja bakmak ister. Adam bagajı açar, orada da ne ceset ne bir şey yok Bunun üzerine ekipler âmiri “Çok garip” der… “sizi durduran memurun anlattığına göre, bu arabanın bir kadına âit olduğunu soylemişsiniz, kadını öldürüp cesedi bagaja, silâhı da torpido gözüne koymuşsunuz…”. Adam güler:
“İnanamıyorum… O şimdi benim için aşırı hızlı gidiyordu da demiştir…”
Psikofarmakoloji, yâni ruhsal bozuklukların ilâç ile tedavisi, yan etkilerinden dolayı hastalar tarafından tercih edilmiyor. Sâdece psikoterapi ile hastayı sağlıklı hâle getirmek mümkün mü?
Belli durumlarda belki. Örneğin travmatik fobilerde, hafif, reaktif depresyonlarda, intibak sorunlarında ve endişe gibi durumlarda psikoterapi, meditasyon, rahatlama ve hipnoz gibi yöntemlerle başarılı olunabilir. Ama bir hastalık olarak ortaya çıkan depresyonlarda, manik depresif bozukluklarda veya şizofrenide sadece psikoterapinin başarılı olamayacağını dünya kabûl etmiş durumda. Ancak aktif semptomu kalmamış “rezidüel” şizofrenlerde psikoterapinin önemi gittikçe artıyor. Psikoterapi teknikleri kişiyi topluma kazandırmak ve hastalığın olumsuz etkilerini azaltmada işe yarıyor ama somatik tedavi yöntemleri, yâni ilâçla tedavi yine gerekli.
Farmakoloji alanı hızla gelişmekte olan bir dal ve şimdilerde yan etkileri az olan ilâçlar çıktı. Açıkçası ya psikofarmakoloji ya psikoterapi gibi ayrımlara girmek yersiz. Yâni bir hasta için en doğrusu neyse o yapılır. Bunun genel geçer bir kuralı yok. En doğru, en etik, en pratik, en etkili neyse hasta için o tercih edilir.
Psikoşiruriji hâlâ hastayı iyileştirme tekniği olarak kullanılıyor mu?
Psikoşiruriji, yâni hastanın beyninin bir kısmının çıkarılması dünyada çok seçilmiş vak’alarda kullanılıyor. Türkiye’de hemen hemen hiç kullanılmıyor. Avrupa’nın bâzı yerlerinde ve Amerika’da ağır kompulsif depresyonlarda ya da çok yoğun saldırganlık eğilimi gösteren hastalarda uygulanıyor ve işe de yarıyor.
Psikoşirurijide önemli bir nokta, ne kadar kâr edeceğiniz, ne kadar zarar vereceğiniz çok iyi analiz edilmeli. Hastayı zâten başka bir yöntemle, örneğin ilâçla ya da psikoterapi ile düzeltemiyorsanız, psikoşiruriji mantıklı bir seçim olabilir. Tabii, tedavi sonucunda hasta biraz apatikleşiyor, biraz durgunlaşıyor, bu kaçınılmaz. Hekim olarak vicdanî kararı veriyorsunuz ve ailenin kararı ile tedaviyi uyguluyorsunuz. İlerde belki kimyasal psikoşiruriji diye bir tedavi yöntemi olabilecek. Ve bu işler genlerin şifrelerinin çözümlenmesi ile gerçekleşebilecek.
Dolayısıyla Genom Projesi psikiyatriyi de etkileyecek…
Tabii, dolaylı olarak. Örneğin depresyona mâruz kalanların hastalığının hangi genlerinde kodlandığını bulursak -ki bulmamıza az kaldı, uygun tedaviyi verdiğimizde olay tamamen bitecek. Görünen o ki şimdiki ilâçları büyük bir ihtimâlle çöpe atacağız, DSM (DiagnosticStatistical Manual) tekrar baştan yazılacak, hattâ şizofreni lâfı muhtemelen kalmayacak. Bahsettiğim yüz sene içinde gerçekleşecek bir olay değil, en fazla 5-10 senesi kaldı.
Özel sağlık sigortaları psikiyatrik tedavileri kapsamıyor. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Özel sağlık sigortalarına psikiyatrik tedavileri dâhil etmemelerini ben anlayabilmiş değilim. Herhâlde bunda ekonomik kaygılar var. Dünya üzerinde en sık rastlanan sağlık sorunu depresyon, her 100 kişiden birinde mevcut. Depresyon ve benzeri bir sürü durumu nasıl dışlarlar, aklım almıyor. Yurtdışında böyle değil. Aslında, DSM’nin ortaya çıkış sebebi bilimsel değildir. Sigorta şirketleri neye ne kadar para ödeyeceklerini bilsinler diye ruhsal bozukluklar sınıflandırılmaya başlamış, sonradan bilimselleşmiştir.
Ekonomik kriz, Türk halkı üzerinde inanılmaz olumsuz etkiler yarattı. Ağırlaşan hayat şartları, her gün düşen alım gücü ve üstüne üstelik işten çıkarılma korkusu… Ne önerirsiniz?
Bu konuda en son soru sorulacak meslek grubu sanırım biz hekimleriz. Aynı yorumu geçen gün NTV’de de yaptım. Çünkü insanları hasta edenler kötü yöneticiler ama düzelt diye beklenen kişiler biziz. Vereceğimiz ilâçlardan parayı kazanacak olan ise aradaki endüstri. Bu üçgen içindeki görevimiz, hekim olarak elimizden gelenin en iyisini yapmak. Memleketin sosyo-ekonomik durumunun berbatlığını, idarecilerimizin seviyesizliğini maalesef bireysel olarak tedavi etmemiz mümkün değil.
Sayın Kerem Doksat, verdiğiniz bilgiler için teşekkür ediyoruz.
Bu yazı 20/02/2002 tarihinde yayımlanmıştır. insankaynaklari.com